17 Kasım 2013 Pazar

Tanzanya 2013


Bayram tatilinde Tanzanya’da üç doğal parkı gezmeye gittik. Safari Swahili dilinde seyahat anlamına geliyormuş, biz de safari yapmak için Tanzanya’da beş gün kaldık. Bizi Tanzanya’da yaşayan rehber- şoförümüz Joachim gezdirdi. Üniversitede hayvanlar üzerine eğitim aldığı için hayvanlarla ilgili bana çok değişik şeyler anlattı. Biz Tanzanya’daki safarimiz sırasında bir gün Tarangire, iki gün Serengeti ve bir gün de Ngorongoro doğal parklarında kaldık. Hepsinin bitki örtüsü birbirinden çok farklıydı.
TARANGİRE
Tarangire ismini içinden geçen ve yılana benzeyen nehirden alıyormuş. Burası ayrıca fillerin en çok bulunduğu yermiş. Ağaçlık ve engebeli yolları var, bu nedenle de çita gibi bazı hayvanlar burada yaşamıyor. Çünkü çita rahat koşacağı düzlük alan seviyor. Biz Tarangire’de iki kez safariye çıktık ve fil sürüleri, zebralar, zürafalar, impalalar gördük. Ayrıca burada bir aslan çifti de gördük, ağacın altında dinleniyorlardı.
 
 Burada bir de yaban domuzları çok fazlaydı. Yaban domuzlarının niçin ön ayakları üzerine çömelerek yemek yediklerini de burada öğrendim; çünkü yazın otlar kuruyunca onlar da kökleri yemeye çalışıyorlarmış ve rahat yesinler diye de çömeliyorlarmış. Tarangire’deki otelimiz bir bungalovdu. Zaten safaride tüm oteller çadır ya da bungalov gibi oluyormuş. Kapıları çadır gibi fermuarla kapatılıyor, kilit kullanılmıyor. Doğal parkın içinde olduğunuz için sabah ve akşam odanızın etrafında hayvanlar görebilirsiniz. Biz odamızın etrafında impala gördük. Tarangire’de ayrıca daha önce hiç görmediğim kadar çok kuş çeşidi gördüm. Bir de sürekli gökyüzünde uçuşan onlarca akbaba!

Tarangire’de bir de benim en çok hoşuma giden ağaçlar oldu. Aslında tüm Tanzanya’da çok güzel ağaçlar var ama Tarangire’de Baobab denilen dev ağaçtan çok vardı ve ben o ağacı çok beğendim. Hayalet gibi kollarını açmış  dev gövdesiyle her yerde karşımıza çıktı.


 
 
 
SERENGETİ

Tarangire’den sonra Serengeti’ye gittik. Serengeti Swahili dilinde “sonsuz düzlükler” anlamına geliyormuş. Gerçekten de burası çok farklı bir yerdi. Kilometrelerce uzunlukta düzlükler var ve neredeyse bazen hiç bir dağ, tepe ya da ağaç göremiyorsunuz. Bitki örtüsü Tarangire’den çok farklıydı. Burası dünyanın en büyük doğal parklarından biriymiş. Genelde yazın hayvanlar Serengeti’den Kenya’ya Masai Mara’ya göç ederler sonbaharda geri dönerlermiş. Biz oradayken Serengeti’ye göç başlamıştı ve daha parka girer girmez binlerce zebra ve afrika antilobunu etrafımızda bulduk.
 
 İlk gün bir başka sürpriz daha oldu. Tıpkı Aslan Kral filmindeki gibi büyük bir taşın üstünde oturmuş aslan kral ve karısı çıktı karşımıza, kayaların içinden de yavruları başlarını çıkardı. Aslan gerçekten de ormanın kralı gibi oturuyor, her yer onunmuş gibi bakıyordu. Yandaki başka bir kayalıkta da diğer aslanlar ve yavrular vardı. Serengeti’ye gelir gelmez hemen aslan ailesinin evini bulmuştuk. Çok sevindim. Otele giderken ayrıca hemen yol kenarında bir ağacın üstünde karşımıza leopar çıktı. Leopar zor görülen bir hayvanmış ama biz sanırım biraz şanlıydık çünkü leopara Serengeti’deki ikinci günümüzde de rastladık. Leoparın üstünde yaşadığı ve en çok sevdiği ağacın ismi sosis ağacı ingilizcede. Çok güzel koyu yeşil yapraklı, kalın dalları olan bir ağaç. Leopar ararken o ağaçların olduğu yerlerde dolaşmak gerektiğini anladım.

 Serengeti’de ikinci gün erken kalktık ve hayvanları kahvaltı ederken görmek için yola çıktık. Parkta karşımıza ilk olarak filler çıktı. Filler gürültüden çok rahatsız olan hayvanlar, o nedenle onların kahvaltı etmelerini izlerken çok sessiz durmak gerekiyor. Yavru fillerin otları nasıl koparıp yediklerini seyretmek çok eğlenceliydi. Filler etraftaki birçok ağacı devirmişti ama böylece o otlardan yemek isteyen ama yetişemeyen başka hayvanlara da yardımcı oluyorlardı. O gün ayrıca kartal, sırtlan, zebra, zürafa, impala, ceylan, su aygırı, timsah, bufalo ve çita da gördük. Ben özellikle çita görmeyi çok ama çok istiyordum ve bu gezimizde beş günde tam altı çita gördüm. Biri dinleniyor, biri av arıyor, biri de bir impala yiyordu. Bir keresinde de üç erkek kardeşi bir arada dolaşırken gördük, onlar da sanki av arıyor gibiydiler.


Serengeti’den ayrılırken ayrıca sonsuz düzlüklerde oturmuş dinlenen erkek aslana ve  ailesinden ayrılmış tek başına yürüyen erkek file de rastladık. Safari yapanlar en çok “büyük beşli” diye bilinen hayvanları görmek istermiş. Bunlar fil, aslan, bufalo, leopar ve gergedan. Biz ilk üç günde dördünü gördük birçok kez. Gergedan daha çok Ngorongoro’da yaşarmış, o nedenle onu görmeye Ngorongoro’ya gittik.
 
Serengeti’den Ngorongoro’ya giderken yolda ilk insanların ayak izlerinin olduğu bir müzeye de uğradık. Burası 3,6 milyon yıl önce insanların yaşadığı bir bölgeymiş ve volkanik toprakların altında kalan ayak izleri bugüne kadar korunabilmiş. Ayak izleri bir kadın ve iki erkeğe aitti. 

NGORONGORO

Ngorongoro diğer doğal parklara hiç ama hiç benzemeyen bir yer çünkü burası bir krater gölü ve hemen hemen hiç ağaç yok kraterin zemininde. Hayvanların etrafı dağlarla çevrili bu düzlük çukurda hep beraber yaşamaları bana çok ilginç geldi.. Ngorongoro, Swahili dilinde “içinde hayvan olan delik” demekmiş. Bu doğal parkın ortasında bir krater gölü var. Suyu tuzlu olduğu için hayvanlar bu suyu içemiyor.


Su kaynakları daha çok krater zeminin etrafındaki yeşil alanların içinde. Burada ilk önce sabah ava çıkmış iki dişi aslan gördük, sonra da gergedan çıktı karşımıza. Koskoca düzlükte tek başına oturuyordu. Kalkar belki diye çok bekledik ama hiç hareket etmedi. Gergedanlar gündüzleri tek başlarına dolaşır, akşam arkadaşlarıyla buluşurlarmış. Burada ayrıca çok sayıda sırtlan, çakal, zebra, impala da vardı. Ngorongoro’da çok ağaç olmadığı için leopar yaşamıyormuş. Ayrıca burada çita da yaşamazmış çünkü yiyecek bulmak çok kolay olmadığı için çita aslanla rekabet edemiyormuş.
 
Biz burada uzun süre iki dişi aslanı izledik. Çok uzun süre dolaştılar yiyecek aramak için. Burası geniş bir düzlük olduğu için aslanlar avlanmakta zorlanıyorlarmış çünkü gizlenemiyorlarmış. Biz de gördük; uzun süre zebra ve antilopları izlediler ama avlanamadılar.



Ngorongoro’dan ayrılırken yolda çok sayıda termit yuvası da gördük. Bunlar karıncalardan daha iri böcekler ve çok ilginç evleri var. Toprağın altında yüzlerce metre uzunluğunda yolları varmış ama esas dışı çok ilginçti. Yuvalarını korumak için toprağın üstüne boyumdan büyük tepeler yapmışlar ve havalandırma delikleri açmışlardı.

Tanzanya’daki safaride hayvanların doğal ortamlarında nasıl  yaşadıklarını nasıl beslendiklerini gördüm. Doğada her hayvanın ayrı bir yeri olduğunu öğrendim: Güneş toprağı besliyor, otları büyütüyor, ot yiyen hayvanlar onlarla besleniyor, et yiyenler ot yiyenleri avlıyor. Sırtlan ve akbaba gibi leş yiyenler kalan yiyecekleri bitirip temizlik yapıyor; tüm hayvanlar da ölünce kemikleri çürüyüp toprağa tekrar karışıyor. Bu doğal yaşamı yakından görmek çok heyecan vericiydi. Hayvanlarla ilgili çok fazla şey öğrendim ve çok eğlendim. Ayrıca Tanzanyalılar da çok iyi ve yardımsever insanlar. Yüzleri hep gülüyor. En çok kullandıkları kelime Jambo yani Swahili dilinde “Merhaba” demek.   Afrika’yı çok sevdim. İnsanlar zengin değiller belki ama doğası çok güzel ve doğayı bozmadan yaşayabiliyorlar ve de çok mutlu görünüyorlar. İlerde Afrika’da yaşamayı çok isterim.
 
 

21 Temmuz 2013 Pazar

Münih Temmuz 2013



Yaz tatilinde Münih yakınlarındaki Legoland'e gittik. Legoları çok sevdiğim için gitmek istedim. Oraya gitmek için Sabah 7'de kalkıp trene bindik Trenle Münih'ten Günzburg'a gittik. Oradan da otobüsle şehir dışına çıktık. Legoland'in girişinde kocaman lego parçalarından bir giriş kapısı vardı.


İçeri girdiğimiz anda karşımıza Lego Ninjago çıktı. Kocaman bir dünya yapmışlar. Bütün Ninjago legolarını görebiliyorsunuz. Onun hemen arka tarafında ise karşımıza minyatür lego şehirler çıktı. Berlin, Frankfurt, Venedik gibi şehirler ve Hollanda, İsviçre gibi ülkeler vardı. Ayrıca Bayern Münih'in stadı, tersane, tren istasyonu ve havaalanı da vardı.


Bir de STARWARS filminin bütün serisinin bazı sahnelerini legolardan yapmışlardı. Ben bu bölümü çok sevdim çünkü herşey en küçük detayına kadar düşünülmüştü. O kadar çok sevdim ki günün sonunda burayı tekrar gezdim.

Bu bölümden sonra Lego Racers'a gittik. Burada arabalara binip kısa bir tur atıyorsunuz rollercoasterda. Yol çok kavisliydi ve arabalar da çok hızlıydı. İnince biraz midem bulandı ve başım döndü ama buna değdi çok eğlenceliydi.


Oradan sonra Legoland'in sonuna doğru yürüyüp Temple Expedition'a gittik ve Mısır'daki piramitlere benzeyen bir şeyin içine girdik. Buradaki arabalarla firavunlar dünyasını dolaştık ve elimizdeki ışıklı tabancalarla legodan yapılmış canavarları vurduk Ben 4320 puan topladım.
Legoland'te en çok hoşuma giden yerlerden biri de Lego Fabrik'di. Orada legonun yapımını ve paketlenmesini öğrendik ve gördük. Onun mağazasındaysa aradığımız bütün lego parçalarını buldum . Gramla alıp tartıyorsunuz ve ayrıca vücut parçalarını istediğiniz gibi birleştirip lego adamlar da yapabiliyorsunuz.

Lego Fabrik'ten sonra diğer lego oyunlarına da baktık. Bir kalenin içinden başka bir rollercoaster'a da binebiliyorsunuz ama biz binmedik çünkü ters dönüyordu. Biz kısa bir safari turu yapıp legodan yapılmış hayvanların olduğu bölümü gezdik. Bir de iki kişilik bir tekneyle yine legodan yapılmış kuşların olduğu bir havuzu dolaştık.

Ayrılmadan önce Legoland'ın etrafını dolaşan trene de bindik. Tabii bir de legodan yapılan şehirleri, tekrar gezdik. Legoland çok eğlenceli bir yerdi. Lego seviyorsanız ve eğer Almanya'ya giderseniz mutlaka görün derim.

Münih'te ayrıca benim çok çok beğendim iki yer daha var: Biri Münih hayvanat bahçesi diğeri ise English Garden denilen dev bir park.
Hayvanat bahçesi çok çok büyük ve hayvanların çoğu kafes dışında dolaşıyor. Çok güzel bir park ve çok çeşitli hayvanları görebilirsiniz. Hatta bir bölümde yavru keçilerle oyun bile oynayabilirsiniz. Ayrıca gerçek bir asma köprü yapmışlar. Üstünden yürüyorsunuz ama biraz sallantılı.

English Garden ise çok büyük yemyeşil bir park.
Ben doğayı çok sevdiğim için oradan hiç çıkmak istemedim. Bisiklete binenler, ata binenler, güneşlenenler vardı. Ayrıca etrafınızda dolaşan bir sürü de kuş. Münih çok güzel, yeşil, temiz bir şehir. Herkes bisiklete biniyor ve trenle Legolan'e giderken gördüm, herkes güneş paneli kullanıyor, güneş enerjisi elde etmek için. Ayrıca yemekleri de harika;  sosisin bu kadar çok çeşidini daha önce hiç görmemiştim.

28 Mayıs 2013 Salı

Maldivler Ocak 2013

Sömestir tatilinde annemle Maldivlere gittik. Maldivler 1000’den fazla adadan oluşan bir ülke. Uçağın indiği havaaalnı adasından bir yere gitmek için tekne gerekiyor. Biz de kaldığımız adaya gitmek için otelin teknesine bindik. Hint Okyanusu'nun ortasındaki bu ülkeye gitmemizin nedeni buradaki tropik balıklarımerak etmemizdi. Ayrıca orada rengarenk mercanlar vardı.

Otelimiz havaalanına yarım saat uzaklıkta bir köydeydi. İsmi Maafushi adasıydı. Burada Maldivliler yaşıyor. Bizim kaldığımız otel küçük bir ev gibiydi. Plaj otele çok yakındı ve  kumları bembeyazdı. Kumlar beyaz olduğu için su da turkuaz rengindeydi. Burada plaj olan yerler hep sığ ve bir süre yürüdükten sonra derinleşiyor. En güzel yanı bu sığ sularda mercanların olması ve sadece şnorkelle bu mercanların etrafına toplanan balıkları görebilmemiz. Eğer daha fazla keşif yapmak isterseniz, sığ suların bittiği ve derinliğin başladığı yere gidebilir ve daha farklı balıklar görebilirsiniz.

Benim için burası tam bir cennetti ve Nemo filmindeki Dori ve Gill’i gördüğüme çok sevindim. Burada çocukların hoşuna gidebilecek her şey var. Otel bizi bir gün bir mercan kayalıklarının ortasına götürdü ve burada iki saat şnorkelle keşif yaptık. Aslında deniz kaplumbağası görmek istiyordum ama biz dolaşırken gelmediler. Onun yerine sürüler halinde bir sürü rengarenk balık ve deniz yıldızları gördük

Eğer isterseniz buradaki her dükkanda bir broşür satıyorlar. İçinde Maldivlerde görebileceğiniz tüm balıkların resmi ve ismi var.

Biz bir başka gün de bir başka adaya gittik. Burada bir otel vardı ama isteyen dışarıdan da ziyaret edebiliyordu. Bu adada da çok ünlü olan kardinal balığı varmış fakat akıntılı bölgede olduğu için biz gitmedik. Deniz o kadar temiz ve güzelki şnorkel takmadan bile mercanlar ve balıklar görünebiliyor. Biz ayrıca sığ suların bittiği yere de gittik şnorkelle ve derin denizin başladığı yeri de gördük. Buraya vatozlar da geliyormuş ama biz oradayken onları göremedik.

Bu adada ayrıca çok değişik kuşlar ve ağaçlar da vardı. Kuşlar sahilde insanların arasında rahatça dolaşabiliyorlar. Ağaçlar ise benim şimdiye kadar görmediğim güzellikteydi. Kumda büyüyen bu ağaçların yaprakları çok parlak, gövdeleri kocaman ve dalları da boldu. 

Maldivlerin tek kötü yanı ise köyde köpeğin yasak olmasıydı. Dini inançlarına göre adada köpek yaşamıyormuş. Ben köpekleri çok sevdiğim için buna üzüldüm.

Burada doğal hayatı korumak için çok çaba harcıyorlar. Mercanları korumak için  her broşürde uyarı yazısı var. Denizi ve mercanları  kirletenler çok büyük ceza alıyormuş. Ayrıca Maldivlerin bir gün sular altında kalacağını düşünenler de var.

Biz dönerken sabah erken saatte denizde balık tutuyorlardı. Türkiye’de hep kıyıdan oltayla balık tutulduğunu görmüştüm burada ise bir sürü balıkçı denizin içine girmiş ellerindeki ağlarla kıyıya çok yakın yerden balık tutmaya çalışıyorlardı.
Dönüş için havaalanı adasına giderken okyanusta ayrıca uçan balık da gördük. Bence Maldivler dünyanın en güzel ülkesi. Deniz ve balık seven çocuklar için tam bir cennet.

Cenova Ekim 2012


Annem. anneannem, arkadaşım Tibet ve annesi Melike ile Cenova Akvaryumuna gittik. Cenova eskiden Avrupa’nın en ünlü denizci şehirlerinden biriymiş. Şehrin tam ortasında büyük ve eski bir liman var. Akvaryum bu limanın tam ortasında gemiye benzeyen bir binaydı. Burası öğrendiğimize göre İtalya’nın en büyük, Avrupa’nın ise ikinci büyük akvaryumuymuş.

Ben daha önce İstanbul, Barcelona. Londra, Monaco ve Paris’te akvaryum gezmiştim. Burası onlardan çok daha büyük ve farklıydı. Akvaryumun içinde çok fazla su canlısı vardı ama esas farkı, içinde kuşların ve böceklerin de olmasıydı. Hatta akvaryumun hemen yanında bir de Biosfer vardı.
Akvaryumda benim en çok hoşuma gidenler denizanaları  ve penguenlerdi. Denizanaları çok çeşitliydi, penguenler ise çok oyuncu. Sürekli suya atlayıp hızla yüzüp bizi eğlendirdiler. Her denizin canlısı ayrı bölümlerde sergileniyordu ve en renkli balıklar mercan kayalıklarında yaşayanlardı. Beni üzen ise yunusların çok sınırlı bir alanda yaşamalarıydı.
Akvaryumun içinden geçilen ayrı bir bölüm ise bizim için tam sürpriz oldu. Burası iklimi sıcak bir orman bölgesiydi ve etrafımızda kuşlar ve kelebekler vardı. Eğer Cenova Akvaryumuna giderseniz burayı sakın kaçırmayın. Orada çok uzun vakit geçirebilirsiniz. Kuşlar ve kelebekler insanlardan korkmuyor ve sizin etrafınzda dolaşıp hatta elinize bile konabiliyorlar.

 
Akvaryum gezimiz bittikten sonra hemen yanındaki Biosfer’e geçtik. Burası cam küre içinde bir sürü ağaç ve kuş olan bir yaşam alanı. İçinde şimdiye kadar sadece belgesellerde gördüğüm kuşlara rastladım. Çok değişik bitkileri de burada görebilirsiniz. Cenova çok güzel bir şehir. Akvaryum gezisinden sonra şehri gezebileceğiniz küçük bir trene de binebilirsiniz. Bütün Cenova'yı dolaşıyorsunuz.





 


 

Nice Ağustos 2012